28 Şubat 2023

Han-ı Yağma

Bu sofracık, efendiler, ki -iltikama muntazır

Huzurunuzda titriyor- şu milletin hayatıdır;

Şu milletin ki muztarib, şu milletin ki muhtazır,

Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun, hapır hapır !

 

Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;

Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin !

 

Efendiler! Pek açsınız, bu çehrenizde bellidir;

Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı, kim bilir?

Şu nadi-i niam, bakın, kudumunuzla müftahir,

Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hakk da elde bir !

 

Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı zi-safa sizin;

Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin !

 

Bütün bu nazlı beylerin, ne varsa ortalıkta say:

Haseb, neseb, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray

Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay

Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay !

 

Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;

Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin !

 

Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı, yok zarar,

Gurur-ı ihtişamı var, sürür-ı intikamı var.

Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar;

Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar !

 

Yiyin efendiler, yiyin, bu han-ı can-feza sizin;

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin !

 

Verir zavallı memleket, verir ne varsa; malını

Vücüdunu, hayatını, ümidini, hayalini;

Bütün ferag-ı halini, olanca şevk-ı balini

Hemen yutun, düşünmeyin haramını, helalini.

 

Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;

Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin !

 

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak:

Yarın bakarsınız söner, bugün çıtırdayan ocak;

Bugünkü miğdeler kavi bugünkü çorbalar sıcak,

Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…

 

Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı pür-neva sizin;

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin !

 

Tevfik Fikret

23 Şubat 2023

düşlüyor ölümünü ruhi bey

Niye ölmemeli öyleyse
        Yaşamak mutlu bir devinimse.

Ölüsünü bekliyor Ruhi Bey
Bir yanda Ruhi Bey bir yanda ölü
Ve görmemek ister gibi ölüyü
Oturmuş bir iskemleye.

        Ben ki bir ölüyü beklemekle geçirdim geceyi
        Bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini.

Getirdiler beni sayrılar evine bir sabah
Asansörle yukarı çıkardılar
Tertemiz bir yatağa yatırdılar -ben böyle istedim böyle oldu-
Oda numaran 283'dü aklımda doğru kaldıysa
Pencereden tepeler görünüyordu, bulutlar ve birtakım kuşlarla 
    devinen tepeler
Yakınımdan geçiyordu bazı kuşlar da Beyaz bir saat asılıydı duvarda. Duvarın her yerinde Bembeyaz saatler asılıydı Ve her şey o kadar beyazdı ki, ayrıntılar Yılların eklem yerlerini gösteriyordu sanki Ve bütün eklem yerlerinde koskocaman bir ölü Ruhi Beyin ölüsü Hepsi de ur gibi sarmıştı beni Sarmıştı ur gibi Ruhi Beyi O gün sigara içtim akşama kadar -İkinci gün aldılar sigaramı- Ve saatler biraz sarardı Sarardı bütün ayrıntılar. Ve otuz sekizin altına düşmedi ateşim Yataktan kalkamadım O gece uyuyamadım sabaha kadar Koridorlarda ayak sesleri, bağrışmalar Kapı gıcırtıları ve acayip sesler "Bilmem böylece kaça çıktı beklediğim ölüler" Üçüncü gün kan şişeleri, tüpler, serumlar Doktorlar, hastabakıcılar Aralıksız girip çıkmalar Gidip gelmeler Tepelerden pencereye akan kuşlar Pencereye sıvanan kuşlar Ve benim mutluluğumun altında Kararıp yitti bütün ayrıntılar Bir daha görünmedi Ve artık hiç görünmeyen Şişeler, tüpler, serumlar. Ve o gün ilk defa ölüsünü gördü Ruhi Bey Soğumuş gövdesini gördü Donuk gözlerini, durmuş kalbini Gördü neye benzerse bir ölü. - Ben Ruhi Bey nasılım - Mutlusunuz Ruhi Bey. Yarın gazetelerde çıkacak ilanlarım Ruhi Bey öldü Bu ölüm töreninde mutlaka bulunacağım Bir daha görmek için ölümü Çelenkler yığılacak avluya Ki benim sayısız ölülerime Yaldızlı yapraklarını kıpırdatarak bakacaklar Sevgiyle

Ve babam elinde gümüş kırbacıyla
Bir başına bir ölü
Annem bir limon görüntüsünün önünde giyinmiş ölümlüğünü
Ölüler halinde duracak onlar da
Dışımdaki ölüler, içimdeki ölüler
Bir alaşım halinde, donuk güneşin altında
Ve benim mutluluğumun altında
Akıp gidecek bütün kötülükler
Ölümün armaları gibi
Akıp gidecekler en sonunda

Niye ölmemeli öyleyse
Yaşamak mutlu bir devinimse.

KORO
ÇİÇEK SERGİCİSİ, MEYHANE GARSONU, MEYHANE PATRONU, 
KÜRK TAMİRCİSİ YORGO, HAYRÜNNİSA, GENELEV KADINI,
OTEL KÂTİBİ, CENAZE KALDIRICISI ÂDEM,
AKORDEONCU KADIN, EMEKLİ POSTACI VB.


Çelenklerimizle geldik, yoktunuz Ara sokaklarda, pasajlarda aradık, yoktunuz Meyhanelere baktık, otellere sorduk, yoktunuz Nerdesiniz Ruhi Bey? RUHİ BEY
O kadar bekledim ki, geliyorum
Ölümümü bekledim, geliyorum
"Bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini"
Bekledim geliyorum.

Ben Ruhi Bey, mutlu olan Ruhi Bey
Ölümü gömdüm, geliyorum
Bir sonbahar günüydü, geliyorum
Güneşler buz gibiydi, geliyorum
Ve bütün kötülükler
Ölümün armaları gibiydi
Size anlatırım, geliyorum.

Hepsini, hepsini gömdüm, geliyorum
Havuzun kırık taşlarını -siz bilmezsiniz-
Limonluğu ve kırmızı konağı -siz bilmezsiniz-
Aynalarda kendini seven Ruhi Beyi -siz bilmezsiniz-
Ve bildiğiniz Ruhi Beyi -ya da pek bilmediğiniz-
Gömdüm ben, geliyorum.

KORO
İyi biliriz sizi biz, iyi biliriz
Nerdesiniz Ruhi Bey.

RUHİ BEY
Gömdüm hepsini, geliyorum
Bütün ölülerimi gömdüm, geliyorum.

KORO
Peki, ya sonuç Ruhi Bey, ya sonuç
Biz sizi tanımaz mıyız
Siz ne yaparsınız bundan sonra, biz ne yaparız
Bir bütünün parçalarıyız, bir bütünün parçalarıyız.

RUHİ BEY
Sonuç mu dediniz, ne dediniz
Sonuç hiç gömülür mü, geliyorum
Ben yalnız ölülerimi gömdüm, geliyorum.

KORO
Doğrusu anlamıyoruz Ruhi Bey
Her insan biraz ölüdür
Biz ki bir bütünün parçalarıyız, biliriz
Her insan biraz ölüdür.

RUHİ BEY
İnsan yaşıyorken özgürdür
Yaklaştım iyice, geliyorum.

KORO
Her insan biraz ölüdür
Biz de biraz ölüyüz.

RUHİ BEY
Ölüler ki bir gün gömülür
İçimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler
İnsan yaşıyorken özgürdür
İnsan
     yaşıyorken
               özgürdür.
 
Edip Cansever

11 Şubat 2023

gelmiş bulundum

Ben mişim---neymiş?---su sesiymiş
Oymuş---cam kırıkları gibi gövdemi yakan---
Yanağında sardunya kokusuyla yazdan
Kimmiş o gelen ya giden kimmiş
Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş
Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan.

Güneş mi batarmış bir özel isim bitirir gibi
Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan
Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan
Kim koparmış dalından bu yabani incirleri
Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri
Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan.

Yıldızlar, büyülü ülke, adımı unutturan
Bir kaya, bir ot, bir akarsu
Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu
Ki bütün ölüleri sığa çıkaran
Ve kenti bir ölüm derinliğine salan
Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.

Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.

Edip Cansever

yerçekimli karanfil

Biliyor musun? az az yaşıyorsun içimde
Oysaki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
Midemdi, aklımdı şu kadarcık kalıyor.

Sen karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu? bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.

Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce.

Edip Cansever

10 Şubat 2023

yâr imiş meğer

Derde düştüm dermanını aradım

Derdimin dermanı yâr imiş meğer

Yâri arar iken yârdan ıradım

Yârdan ayrı kalmak, ya dost ya dost

Zorumuş meğer, zorumuş meğer


Turab olup yâre varayım dedim

Ayağına yüzüm süreyim dedim

O yârin sırrına ereyim dedim

Arifler keşfeder, ya dost ya dost

Sır imiş meğer, sır imiş meğer


Coşkun sel gibiydim, yoruldum gayrı

Çok bulanık aktım, duruldum gayrı

Nice güzel gördüm, hep ayrı ayrı

Hakikatte gönül, ya dost ya dost

Bir imiş meğer, bir imiş meğer


Gurbet ellerinde garip olanın

Yârin aşkı ile derde dalanın

Yanılıp da yârden ayrı kalanın

Her günü, her anı, ya dost ya dost

Zar imiş meğer, zar imiş meğer


Neşet Ertaş

yolcu

Bir anadan dünyaya gelen yolcu

Görünce dünyaya gönül verdin mi?

Kimi böyük kim böcek kimi kul

Merak edip hiçbirini sordun mu?

Bunlar neden nedenini sordun mu?


İnsan ölür ama ruhu ölmez

Bunca mahlukat var hiçbiri gülmez

Cehennem azabı zordur çekilmez

Azap çeken hayvanları gördün mü?


İnsandan doğanlar insan olurlar

Hayvandan doğanlar hayvan olurlar

Hepsi de bu dünyaya gelirler

Ana haktır sen bu sırra erdin mi?


Vade tekmil olup ömrün dolmadan

Emanetçi emanetini almadan

Ömrünün bağının gülü solmadan

Varıp bir canana ikrar verdin mi?

Varıp bir cananın kulu oldun mu?


Garip bülbül gibi feryat ederiz

Cehalet elinde küskün kederiz

Hep yolcuyuz böyle gelir gideriz

Dünya senin vatanın mı yurdun mu?


Neşet Ertaş


1 Şubat 2023

merhaba iyilik, merhaba murat üstündeki yalnızlığım

Evlerin solgunluğundan geliyorum, dedi, sesindeki karıncalanmayı gözlerinin nemiyle silerek; dünyayı tek bir renge indiren o uzun incinmişlikten. Sevgisizliğin ve doyumsuzluğun emzirdiği bir kadınla, aşkı ve kadınları aşağılayan bir adamın zehirli suyundan doğdum. Derin ve dar bir alacakaranlıktı akıp geldiğim yatak. Kime biraz gülümsediysem, garip bir önlem duygusuyla, bir yerlere gecikiyormuş gibi telaşlı, arkasını dönüp gitti. Korkunun ve bencilliğin cumhuriyetinde kabalığın kırıcı saltanatıydı yaşadığım. Herkes büyük bir ikiyüzlülükle bir erdem, bir zorunluluk gibi ölümü kutsuyordu. Kimsenin yağmuru seyretmediği bir dünyada yıldızları sevmenin yalnızlığı ile her gün biraz daha geri çekildim. Üstüme örttüğüm yorgan yüreğimdeki serçenin küçücük ürkek kanatlarıydı. Kimse, ilkyazın sevgi, yazın dinginlik, güzün bitiş, kışınsa sıcaklığı bitiren bembeyaz bir düş olduğunu anlatmadı. Ne zaman bir sızıyla gözlerimi bulutlara, ağaçların uç dallarına, rüzgarın ufukta çaldığı ıslığa çevirdiysem, yüzüme inen bir tokatla önümdeki duvarlar gösterildi. Alnımdaki derin eğri bu sakınmalardan kalmadır. Bu yüzden sesimin rengi acı, gözümün ışığında bulanık bir kırılma, parmaklarım böyle dolaşır birbirine...


Yüksek sesle konuşan asık suratlı bir kalabalık içinde bir sessizliği onarmaya çalışmaktan sindi üzerime bu ezgin acemilik. Bu kirlenmeden korumak için susarak yaşadığım her şeyin bir yenilgi olduğunu çok sonra öğrendim. Benim, kıyısında bir saygıyla beklediğim olanak, başkalarının çiğneyip attığı bir sıradanlıktı. Herkesin gövdesiyle var olduğu yerde yüreğini öne süren “bir beyazdım siyahlar arasında.” Kimsenin başkasının gözünün içine bakmadığı, herkesin çoğalmak için aynasını yanında taşıdığı yankısız bir zamanda, insanları sulara bakmaya çağıran bir meczup, bir beşinci mevsim simyacısıydım, yanlışını sevip yenilgisini kutsayan. Evlerin perdesini çektiği yerde camlarımı açarak soluk almaya çalıştım, çürümüş insan kokuları arasında. Sevginin ölümden, sabahın akşamdan farkı yoktu büyük çoğunluk için. Bir solgunluktan geliyorum, evet. Aşkı bitmiş bir ilişkinin kamburu, lambaları sönen bir evden sızan yalnızlığım. Dudağımdaki titreme içimde can çekişen gelecektir. Yüreğimin çok önceden gördüğü bir sonuçtur kirpiklerimdeki buğu.


Kıyılarındayım işte... Ne isteyebilir ki kırk yerinden kan sızan yaralı bir hayvan, avcısından. Kaküllerinin rüzgarlı ülkesinde bir küçücük yer büyüklüğünde; gözlerinin kahverengi suyundan bir yudum iyilik; gövdemi bir suç, bir fazlalık, gereksiz bir eşya olmaktan çıkaracak bir büyülü dokunuş, parmaklarının inceliğinden. Dünyanın kötülüğüne küçücük bir yanıt, sevgiyle. Her şeyin alışverişe döndüğü bu pazardan bir yürek hesapsızlığı. Geldim ve kıyılarındayım işte tüm kirlenmişliğim, tüm arınmışlığımla. Merhaba Ömür Hanım, merhaba dünyanın tek olanağı içtenlik, merhaba diplerde ışıyan gelecek düşü, merhaba benim murat üstündeki yalnızlığım...


Şükrü Erbaş
1995

bozkırkurdu

 "..çokluk pek mutsuzdu Bozkırkurdu, öte yandan başkalarını da mutsuzluğa sürükleyebiliyordu ve bunlar onun sevdiği ve onu seven kişiler oluyordu, çünkü Bozkırkurdu'nu sevenler onun yalnızca bir yönünü görüyordu. Bazıları kendisine başkalarına benzemeyen, kibar, zeki bir insan gözüyle bakıp seviyorsa da, sonradan dehşete kapılıp düş kırıklığına uğruyorlardı, çünkü ansızın onun içinde bir kurdun yaşadığını anlıyorlardı. Harry herkes gibi bir bütün olarak sevilmek istiyor, dolayısıyla içindeki kurdu başkalarının gözlerinden kaçırmak elinden gelmiyor ya da içinde böyle bir kurdu barındırdığını yalanlayamıyordu. Ama öyle kimseler de vardı ki, özellikle ondaki kurda, ondaki özgürlüğe, vahşiliğe, ele avuca sığmazlığa, tehlikeliliğe ve güçlülüğe gönül veriyor, ne var ki vahşi, azılı kurdun aynı zamanda bir insan olduğunu, içinin iyilik ve sevecenlik özlemiyle dolup taştığını, üstelik Mozart'ı dinleyip şiirler okuduğunu ve ruhunda insan idealleri yaşattığını öğrenir öğrenmez, alabildiğine düş kırıklığına uğrayıp kendilerini yürekler acısı bir durumda hissediyorlardı."


Hermann Hesse


istanbul ağrısı

Kanatları parça parça bu Ağustos geceleri

Yıldızlar kaynarken

Şangır şungur ayaklarımın dibine dökülen

Sen

Eğer yine İstanbul'san

Yine kan köpüklü cehennem sarmaşıkları büyüteceğim


Pançak pançak şiirler tüküreceğim

Demek yine ben

Limandaki direkler ormanında bütün bandıralar ayaklanıyor

Kapı önlerinde boyunlarını bükmüş tek tek kafiyeler

Yahudi sokaklarını aydınlatan telaviv şarkıları

Mavi asfaltlara çökmüş

Diz bağlıyor

Eğer sen yine İstanbul'san

Kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan

Sirkeci Garı'nda tren çığlıklarıyla bıçaklanıp

İntihar dumanları içindeki Haydarpaşa'dan

Anadolu üstlerine bakıp bakıp

Ağlayan

Sen eğer yine İstanbul'san

Aldanmıyorsam

Yakaları karanfilli ibneler eğer beni aldatmıyorsa

Kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar

Yine senin emrindeyim

Utanmasam

Gözlerimi damla damla kadehime damlatarak

Kendimi, yani şu bildiğim Attila İlhan'ı

Zehirleyebilirim


Sonbahar karanlıkları tuttu tutacak

Tarlabaşı pansiyonlarında bekarlar buğulanıyor

İmtihan çığlıkları yükseliyor üniversiteden

Tophane İskelesi'nde diesel kamyonları sarhoş

Direksiyonlarının koynuna girmiş bıçkın şoförler

Uykusuz dalgalanıyor


Ulan İstanbul sen misin

Senin ellerin mi bu eller

Ulan bu gemiler senin gemilerin mi

Minarelerini kürdan gibi dişlerinin arasında

Liman liman götüren

Ulan bu mazot tüküren bu dövmeli gemiler senin mi

Akşamlar yassıldıkça neden böyle devleşiyorlar

Neden durmaksızın imdat kıvılcımları fışkırıyor

Antenlerinden

Neden

Peki İstanbul ya ben

Ya mısralarını dört renkli duvar afişleri gibi boy boy

Gümrük duvarlarına yapıştıran yolcu abbas

Ya benim kahrım

Ya senin ağrın

Ağır kabaralarınla uykularımı ezerek deliksiz yaşattığın

Çaresiz zehirle kusan çılgın bir yılan gibi

Burgu burgu içime boşalttığın

O senin ağrın

O senin


Eğer sen yine İstanbul'san

Yanılmıyorsam

Koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim

Sicilyalı balıkçılara Marsilyalı dok işçilerine

Satır satır okumak istediğim

Sen

Eğer yine İstanbul'san

Eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim


Ulan yine sen kazandın İstanbul

Sen kazandın ben yenildim

Kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar

Yine emrindeyim

Ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa

Parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam

Hiçbir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa

Yanılmıyorsam

Sen eğer yine İstanbul'san

Senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar

Gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan

Bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir


Ulan bunu sen de bilirsin İstanbul

Kaç kere yazdım kim bilir

Kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken

1949 Eylül'ünde birader mırc ve ben

Sokaklarında mohikanlar gibi ateş yaktık

Sana taptık ulan

Unuttun mu

Sana taptık


Atilla İlhan

ömrüm olmayacaktı yoksa

 (..)

Hiçbir meydana açılmayan bir sokakta, akşamların geç, sabahların hemen olduğu evlerin birinde tanıdım dünyayı. Çocukların hiçbiri kendiliğinden uyanmazdı uykulardan. Zamanın ağırlığını duymak için öyle yılların geçmesi gerekmiyordu. Susmaktan yontulmuş kara kuru birer heykeldi herkes. Gülmek, yaşama sevincinden çok bir zembereğin boşalmasına benzerdi. İki yorgunluk arasında aldığımız tek soluk trenlerdi. Günlerin onca darlığı içinde genişlik duygusunu kırlangıçlar öğrettiyse, uzakların tohumunu trenler attı içimize. Bizim dışımızda tüm dünya raylardaydı. Gitmek bir iç çekişe döndükçe, yaşadığımız her şey değersizleşiyordu. Yaşlılarla çocuklar arasında hiçbir fark olmadığını gördüm bir gün. Evler, sokaklar, babam, kırlangıçlar… Trenler dışında her şey, bir yatıra bağlanmış çaputlar gibiydi. Herkes birbirine bakarak anlıyordu yaşadığını. İçimdeki yalnızlık başka yankılar istiyordu. Ömrüm olmayacaktı yoksa. Ve bir akşam, gittiği yöne aldırmadan ilk trene bindim, bin yıldır kimsenin inmediği istasyondan.

 (..)

Ah, yetişkinliğin her şeyi küçümseyen bilgiçliği... Şaşırma yetisini yitirenin yaşama sevinci olur mu?

Şükrü Erbaş, 1997


(Fotoğraf: MŞŞ ~ Nabi Bey’in Anahtarlığı)





nazlı'ma ~ 22.04.2022 - 15:39

tam 1 yıl önce bugün, bu saatlerde.. yüreğimde nedenini bilemediğim bir sıkıntı vardı; sandığımdan çok daha büyük bir şeye işaret ettiğini, bilemezdim. 

insan en çok, en basit şeyleri özlüyor, biliyor musun? gülerken sağ elmacık kemiğinde çıkan gamzeyi mesela. kelimeleri telaffuz edişini. sesinin sana has o rengini. düşünürken ellerine bakmanı. kahkaha attığında alnının ortasında çıkan çizgiyi. heyecanlandığın anlardaki coşkunu. bir "kuzen" kelimesini mesela, senin ağzından çıkan. yani seni sen yapan o küçücük şeyleri, en çok..

  

birlikteykenki halimizi bir de. bir bakışla anlatabilmeyi, bir bakışla anlaşılabilmeyi. aynı anda aynı şekilde söylenen kelimeleri, aynı anda aynı şeyi düşünüp kahkaha atabilmeyi. kalabalıkların içinden, yalnızca ikimizin içinde olduğu bir baloncuğun içindeymişiz gibi, güle konuşa, kolkola, kimseye ve hiçbir şeye değmeden geçip gitmelerimizi. yani bizi biz yapan o küçücük şeyleri, en çok..


gia


odaya kapatılan gökyüzü

“Aşk ile korku, cam ile taşa benzer.”

Sâdi


Geceler bitti. Yolculuklar bitti. Yeni yerler, yeni sabahlar bitti. Her yerde bin yıllık bir aşınma, solgun zaman kokusu. Senden önceki haline döndü kalabalık. Gamzeli sular yürürdü dünyaya, kirpiğin kaşına her değdiğinde. Ben deniz derdim hazla, gökyüzü niyetine bakardı başkaları. Kimsenin sesinde bulut yok, kanat yok, rüzgâr yok; bir hızar sesiyle konuşuyor artık herkes. Kalbinle donattın önce gövdemi, sonra aşkın nasıl bir yoksulluğa dönüştüğünü gösterdin. Sevinçler bitti, kapı zilleri bitti. Ne bir yere giden var, ne gelenlerin yüzünde bir iyilik. Senden başka anısı yok döndüğün yerlerin. Tükeniş kendini yokluğunla tanımlıyor. Açık yarada bir ayaz şimdi anılar. İncelikler bitti; o güzel telaşlar. Ne bir yağmur sesi çatılarda, ne camlarda yüzünden bir balkıma ki düş kurabilsin odalar. Sen oyunlarından çekildin, birbirine küstü çocuklar. Yaşlılar aynaya bakmayı unuttu. Ben durdum tüm bunların ortasında, boynumda ağır dilsiz bir çan, ölüme dek seni susmaya yargılı. Özgürlük bitti. Övünme bitti.


Her şey sürekli olsun, dediğin yerlerdesin şimdi. Yürek çarpıntısını gövdesine yük sayan, yüz yıl sonrası bugünden bilinenlerin paydasını seçtin. Vakti belirsiz sevinçler taşıdım eşiklerine, alışkanlıklardan kurtarmak için seni. Ayrılığı bile bir ayrıcalık diye sundum da, sen kapıların hep aynı saatlerde açılıp kapanmasını bekledin. Bir lambadan alıyor ışığını artık gövden. Gökyüzü bir odada kanat vurur mu? Nerden alır rüzgârını bulutlar? Bir akarsudan doğurmak istemiştim seni. Az az yaşayarak uzatmak ömrünü. Sen evcilliği kalıcı sandın. Bir adres istedin aşka. Komşular, bildik sokaklar, aynı saatlerde aynı konuşmalar, hiçbir şeyi gizlemeyen perdeler, başkalarıyla yağmalanmış düşler. Güvenlik duygusunu dünyaya yeğleyen... Senin yalnızlık dediğin yerde atıyor ayrıcalığın ve güzelliğin kalbi. Gözbebeklerindeki ağrıya inan ne olur. Ölümün eşiğindeki pişmanlığı söylüyorum sana.


Dün akşam aldım seni yanıma; gücenikliğini aldım, vazgeçişini; ilk karşılaştığımız günkü sesini; benim dönüp dönüp gidişlerimi, senin gittikçe bir kuyuya benzeyen suskunluğunu... Yolların kentten koptuğu bir uzaklığa varıp durdum. Sonra bir ağacın yalnızlığına oturdum. Üşüyen yerlerini aldım kirpiklerimin arasına, sana dünyayı gösterdim uzaktan. Güneşin büyüsünü, taşların sesini; nasıl yer değiştirdiğini dağların. Onca çokluğuna karşı yıldızların yalnızlığından söz ettim. Hiçbir şeyin bize uzak olmadığından. İnsan sustuğu yerde yenilmez her zaman, dedim. Gözleri içine göllenen hapislerin ufkunu anlattım. Sanayi çıraklarını, hastaların yaşama gücünü. Gözyaşını küçümseyenin acısı da olmaz sevinci de, dedim. Oğlundan kalan tek parmağı törenle gömen Dersimli annenin büyük suskunluğunu andım saygıyla. Azalan bir bütün olmaktansa parçalanarak çoğalmanın ne anlama geldiğinden söz ettim.


Kâküllerine düşen çiy tanelerini topladım sabaha karşı. Doğan günden kırmızılar sürdüm yanağına. Saçının telinden tırnağının ucuna dek öptüm incelikle. Sonra alıp yalnızlığımı yanıma, biraz daha tutkun, biraz daha iyimser, döndüm yeniden bıraktığın boşluklara.


Şükrü Erbaş

1997